Nihayet, Beyrut’ta Bourj Hammoud’dayım, yine, bu sefer kamerayla imge peşinde. 2008’de Tripoli – Lübnan’a da bu vesileyle gitmiştim. Fotoğraf-metin atölyesine katılmaya. İmgeler toplayıp, içinde bulunduğum sanat dünyasının belki de görünmeyen bir köşesine serpiştirecektim. Peki, ama niye, neyi, hangilerini?
Kameramla kendimi Tripoli’nin deniz kıyısındaki bu küçük köşesinde, yaşadığım El Mina sokaklarına attım. Daracık sokaklarıyla burada yıllar öncesinden kalan bir şeyler vardı. Gün içinde kameramla o kadar görünürdüm ki bu durum yabancısı olduğum bu sokaklarla doğal bir ilişki kurmamı engelliyordu. Gece çıktım bu sefer, günün neredeyse yarısında elektriklerin yoktu, elektriklerin olduğu bu ender gecede. Lübnan’da iç savaştan sonra özellikle İsrail’in 2000 yılında güç noktalarını bombalamasından sonra elektrikler sık sık kesiliyor, bu duruma bir de yolsuzluklar eklenince halk elektriksiz kalıyor. Hedefim buraya ilk geldiğimde bir şekilde bana göz kırpan bir posterdi. Bir erkek kuaförünün önündeki bu anlamsız posterin beni çağıran sesine kulak verdim. Göğüs dekolteli üç kadın ve önlerinde afilli bir adam. Hedefimin anlamsızlığı iyi gelmişti, işlerimi kolaylaştırmıştı yabancısı olduğum bu sokaklarda. Gece bir buçuk gibi geldim, Elizabeth ordaydı, bir yıldız gibi, ışıl ışıl…
Sonra bu anlamsız hedefle katıldığım atölyeden sanatçı arkadaşım Christine’nin de gelmesiyle ilk kontağımızı da kurmuş olduk. Nereden geldiğimi sordu Elizabeth Türkiyeli olduğumu öğrenince Türkçe devam ettik muhabbete. Bizi evine çağırdı. Sonrası çorap söküğü gibi geldi, 90’larındaki bu olağanüstü kadınla büyükanne torun ilişkisine dönen bir ilişki başladı. Gerçekten de büyükannelerim gibi konuşuyordu. Kahve falıma bakarken, bir yandan da eski yeni fotoğraflarını gösteriyordu, hikayelerini de ekleyerek. Öyle davetkar bir hali vardı ki kendimi tutamıyordum, fotoğraflayıp filme almaya çalışıyordum bu anları. Birgün kardeşi Sarkis ile birlikte soykırım üzerine konuşurken iki kardeşin Lübnan’a geliş hikayelerini yorumlamaları ve olaya bakış açılarının farklılığı beni oldukça etkiledi: Sarkis Türklerin, Ermenilere insanlığa sığmayacak şeyler yaptığını söylerken, Elizabeth lafını kesip o zamanlar merhametin dünyanın hiçbir yerinde var olmadığını, özellikle Türklerin kötü olmadığını söylüyordu.
Nasıl olur da ortak ana-babalarının anlatımıyla aktarılan bu ortak tarih bu kadar farklı yorumlanabilirdi, çok etkilenmiştim. Bu durum “Ermeni Meselesi” üzerine daha da kafa yormama neden oldu. Ve Beyrut’ta Ermenilerin yoğunlukta yaşadığı Bourj Hammoud’da buldum kendimi. Her köşe başında “Nerden geliyorsun?” sorusuyla başlayan ve nerden geldiğimi öğrendikten sonra çoğunlukla Türkçe devam eden hoş sohbetlerin içinde buluyordum kendimi. Hikayelerini paylaşıyorlardı, kişisel hikayelerini.. Derin bir hüzün vardı özlemle karışık.. İnsanlar o kadar sıcak karşılıyorlardı ki ne yapabilirim sorusunu sordum kendime bir sanatçı olarak. Bu insanların hikayelerini aktarmaya, onları daha görünür kılmaya çalışabilirdim. Sözlü tarih çalışmalarına böylece başladım. Konunun içine girdikçe iş daha da dallandı budaklandı ve en sonunda Beyrut, Paris, Berlin ve İstanbul’da olmak üzere benim boyumu çoktan aşan bir çalışmaya dönüştü.
Beyrut’a son olarak yeniden gitmeliydim. Paris dışında maddi destek alamayışım işimi çok yavaşlatıyordu, ama özellikle artık akrabalaştığım Ermeni dostlarımın desteği ve motivasyonu ile bırakmadım işin peşini. Son kalan altı röportaji bitirmek için geldim akıldaşım, dostum Nigol Bezjian’ın evine. Onun gibi dünyanın dört bir köşesine yayılmış dostlarım olmasaydı nasıl bu kadar yol alabilirdim bilmiyorum.
Röportajlar sorun değildi artık kalan kişilerle daha da yakınlaşmıştım. Noel zamanı olmasına rağmen bitirdim. Bir yandan da Ermeni soykırımı üzerine okuduğum yazılar dışında ilk, belki de tek kitabımı okuyordum, Fethiye Çetin’in “Anneannesi”. Yatmadan önce kitabı okurken bu zamana kadar kaydettiğim onlarca insanın hikayesini filme alırken içime doğru akan gözyaşları bu sefer sel oluyordu. Anneannenin laflar içime içime saplanıyordu ve o an şunu çok net bir şekilde aydım. Niye ağlıyorum dedim kendime, Türk olduğum için mi? Hayır, sadece ve sadece insan olduğum için ağlıyordum. İnsan olan kim duysa böyle bir hikaye karşısında vicdanı sızlamaz ki. Tanıştığım insanlar o kadar çeşitli yönlerini vermişlerdi ki bu acımasız karanlık tarihin galiba artık başka kitap okumasam da olurdu.
Röportajlarım da bittiğine göre estetik imgeler peşinde koşabilirdim Bourj Hammoud’da. Beş sene önce bu kadar rahat gezemezdim kameramla. Ermenilerin ilk geldiği kampa doğru çekimler yapa yapa yol aldım. Duvarlarda soykırımla ilgili yazılar vardı. Dünyanın her yerinde hissedilen soylulaştırma çalışmaları son kalan Sanjak kampını da vurmuştu, geriye sadece birkaç ev kalmıştı. Bir kadın gördüm 70’lerinde. Temkinli bir şekilde kampın dışından çekim yapıyordum. Önce İngilizce başlayan diyaloğumuz, büyülü “Nereden geliyorsun?” sorusuyla Türkçeye dönüştü yine. Kampın içlerine doğru gitmemi önerdi, ben de tek başıma kamerayla gitmek istemediğimi söyleyince “Ben seninle gelirim”, dedi.
Kim bilir kimler gelip dertlerine çare olmadan oradan aldığı görüntüleri sıcak koltuklarındaki insanlara ulaştırıyordu. Ben de onlardan biriydim. Onlarsa ellerine 5000 dolar tutuşturularak evlerinden atılmakla yüz yüzeydiler. Ve ben bu gerçeği değiştiremiyordum. Bu arada kadınla ve kardeşi ile çok hoş bir sohbetimiz oldu. Yaşadığı zorluğu, evden çıkmaları gerektiğini, parasızlığı, ailede herkese baktığını, artık onun da yaşlandığı ve ona kimin bakacağından yakınıyordu, ama üzerinde inanılmaz da bir sakinlik vardı. Evlerin kimine kırmızı boyayla soru işareti, kimine de çarpı koymuşlardı. Nedenini sordum. Soru işaretleri boşaltılması gereken evler, çarpılar ise boşaltılmış ve yıkılacak evlermiş. İster istemez aklıma Almanya’da Yahudilerin kapılarına, Türkiye’de de Alevilerin kapılarına koyulan işaretler gelmişti. Tabiiki bambaşka durumlar, ama mikro açıdan baktığında o insanlar açısından aynı ayrıştırıcılığı içermiyor muydu? Çekmeye devam ediyordum, bir ara yıkık bir evdeki koltukları çekerken “Kimse bir şey götüremeyecek öbür tarafa.” dedi. Kamerayı ona döndürdüm, zaman durmuştu sanki o an. O kadar sakin bir hali vardı ve mağrur duruyordu. Arka planı oluşturan “mafia” yazılı yıkık bir evin duvarıyla adeta dokunulmazdı. O kadar etkilenmiştim ve o kadar doğruydu ki söylediği. 60-70-80 yıl için yaptığımıza bak, hala birbirimizi yiyoruz. Suriye, Bourj Hammoud’da başka türlü hissediliyor. Biz Avrupa’da çok uzağız her şeye ve ateş gerçekten de düştüğü yeri yakıyor. Lübnan’da, Türkiye’de devlet politikaları ne olursa olsun Suriye’den, savaştan kaçan insanlar en çok buralara geliyorlar. Ve çoğunun durumu içler acısı…
Güneş batmak üzereydi kamptan tam çıkıyordum ki bir adamla karşılaştım, onunla da konuşmamız elbette Türkçe devam etti ve “Gel bir kahve içelim de konuşalım.” dedi. Halep’ten gelen Ermenilerden. O da o kadar yakın, tanıdıkdı ki… Bourj Hammoud’un ortasındaki Belediyah’da kahve içerken benim Türk, onun Ermeni olduğumuzu duyanlar fotoğrafımızı çekiyorlardı. Noel için son günlerine son hazırlıkların, alış-verişin yapıldığı bu pazar gününde küçük çaplı da olsa bir hayran kitlesi oluşturduk. Ve Levon anlatmaya devam etti bana kamerayı açmamı söyleyerek: “Vezirdik, rezil olduk. Soykırımı ikinci kez yaşadık. Farklı, ama aynı bir yandan da.” Kuyumcuymuş Halep’te, işleri de iyiymiş. Güç çemberinin dışında kalan insalar kirli politik oyunların hedefi oluyorlar. Ev neresi senin için diye sordum, “Halep tabiiki” dedi. “Kalk bizim eve gidelim” dedi. Gittik. Levon her şeye rağmen o kadar hayat dolu bir insan ki etrafına İngilizce laf atarak ilerledik eve doğru. Yolda grup grup duran Suriyeli Kürt göçmenleri göstererek “Bizim durumumuz yine iyi, bu insanlar 20 kişi aynı odada kalıyorlar” dedi. Eve varıyoruz. Üç baldız eşleriyle birlikte bir eve sığışmışlar. Bir çiftin evi talan edilmiş sonra da tamamen yok olmuş. Yaşamları ellerinden alınmış. “Hadi bizi çek!” diyor ve çekiyorum.
Bourj Hammoud, tüm yoksulluğuna rağmen bir o kadar da zengin ve tarihinde olduğu gibi dünyanın her yerinden göçmenlere yuva olmaya devam ediyor. Savaşın bu kadar dibinden gelmiş bu kadar insanı gördükten sonra benim şikayet etmeye hakkım var mı diye düşünüyorum. Kendim için yaşamıyorum bu dünyada.
Be First to Comment