Efsaneye göre 1346 yılında Orhan Gazi’nin Rumeli’yi ele geçirmek için düzenlediği seferler sırasında, büyük oğlu Süleyman Paşa, 40 asker ile Bizanslılar’a ait Domuzhisar’ın üzerine yürür ve burayı ele geçirirler. Öteki hisarların da ele geçirilmesinden sonra geri dönerler ve şimdi Yunanistan’ın topraklarında kalan Samona’da mola verirler. 40 cengaver burada güreşe tutuşurlar.
Saatlerce süren güreşlerde, adlarının Ali ile Selim olduğu rivayet edilen iki kardeşin bir türlü yenişemedikleri görülür. Daha sonra, Edirne yakınlarında bir çayırda aynı çift yeniden güreşe tutuşurlar. Bütün gün güreşmelerine rağmen yine yenişemeyen kardeş pehlivanlar, gece boyunca da mum ve fener ışığında mücadelelerini sürdürmeye devam ederler. Ancak solukları kesilerek oldukları yerde can verirler. Arkadaşları onları aynı yerdeki bir incir ağacının altına gömerek oradan ayrılır. Yıllar sonra ise aynı yere gittiklerinde iki pehlivanın mezarlarının bulunduğu yerde gür bir pınar görürler. Bundan sonra halk orada yatanların anısına o yöreye, “Kırkpınar” adını verirler. I. Murat’ın Edirne’yi almasından sonra Edirne’de bundan böyle her sene güreş yapılması bir gelenek haline gelmiştir. Bu efsane ne kadar hatırlanır bilinmez ama, zaman zaman çesitli nedenlerden güreş yapılamasa da gelenek 600 yılı aşkın bir süredir devam etmekte. Antalya Elmalı’da yapılan güreşler daha eski olmasına rağmen en popülerleri Edirne’de yapılan Kırkpınar Yağlı Güreşleri’dir. Müsabakaların yapıldığı alan ise Er Meydanı…
Ben ilk kez 2007’de gittim Er Meydanı’na. Kafamda güreşçinin sanal ve somut âlemdeki görüntülerinden ve anlatımlarından oluşmuş önyargılar yumağı vardı. Bununla birlikte 600 seneyi aşkın devam edegelen bu ata sporunun özellikle sanal âlemde homoerotizmin simgesi haline gelmesi beni saha çalışmaları yapmaya itmişti. O sene 646.’sı yapılan ve üç gün süren Kırkpınar Yağlı Güreşleri altıyüze yakın güreşçiyi ağırlıyordu. Ben de fotoğrafçı ve basından oluşan elli kişilik grubun içinde güreşleri fotoğraf makinesi ve kamerayla dönüşümlü olarak görüntülemeye çalışıyordum.
Çalışmalarıma başladıktan bir süre sonra, yenme-yenilme anıyla oyunun düğüm noktasındaki durumu gözlemleme şansını yakaladım. Güreşçiler arasında yenilenlerden birinin sahaya çakılırcasına kalakalmasıyla, toplumda hep daha üstün bir durumda görmeye alıştığım erkeği, kaybetmenin getirdigi ruh hali karmaşasında görüyordum. Onunla birlikte adeta zaman da durmuştu. Etrafındaki hiçbir şey dokunmuyordu ona, dokunamıyordu. Göze geliyor ama, etrafında oluşturduğu perdesiyle kimseyi alanına dokundurtmuyordu. Bu onun görünürlükle görünmezlik arasında bir yerde asılı kalmasına neden oluyordu. Turistik bakışım, yenildikten sonra yere çakılıp kalan o güreşçiyle darma duman olmuştu. Öyle mahzundu ki heybetli duruşuyla, o güçlü pazularıyla sanki o duygusal olamaz, mağduriyeti tadamazdı.
Herkes yenilene koşmuş, arkadaşları zaferi kutluyor, basın ve fotoğrafçılar ise bu coşku anını görüntülemeye çalışıyordu. Abu Bekir Pehlivan ise çok sonra kalkabildi yerinden. Benim kafam da bu ana takılmıştı, yakınlık duymuştum. Yenilenleri fotoğraflamaya başladım. Özellikle küçük yaşlardaki çocukların güreşlerinde yenilgi daha da ağır ve öfkeli bir şekilde yaşanabiliyordu. Sanki tüm hayatları ellerinden alınmış gibi ağlayanlar, babaları tarafından teselli ediliyorlardı. Kimisi de o anı görüntüleyenlere öfkeleniyor, bu utanç verici anın kayıt altına alınmasını engellemeye çalışıyorlardı. Yenilgiyi kabullenmek hiçkimse için kolay değildi, büyük pehlivanlar için de… Kimisi Abu Bekir Pehlivan gibi bir süre çakılmışcasına çimlerin üzerinde, içlerine yönelttikleri bakışlarıyla öylece kalabiliyordu dakikalarca. Kimisi ise şike olduğunu iddia ediyor, hakemlerin çektikleri görüntülere bakmasını istiyorlardı.
2008’de yeniden gittim Kırkpınar’a. Yağın kullanılıyor olması güreşçi açısından oyunu daha da zorlaştırırken seyirci açısından daha erotik bir hale getirebiliyor. Deriden yapılmış kıspetlerin özellikle üst kısmı tutmaya olanak vermesin diye sert, yumuşak kısım baldırın ortasından başlıyordu. Rakibi devirmek için bir yerlerden tutunmak gerekiyor. Bir yöntem olarak, ellerini üstten diğer güreşçinin kıspetinin içine sokarak tutunabilmek icin bu yumuşak kısma ulaşmaya çalışıyorlar. Ancak bu durum yağla yıkanmış vücut ve siyah deri pantolan ile birleşerek göze pornografik bir imge olarak gelebiliyor. Güreşlerin olimpiyatları olarak anılan Kırkpınar’da neredeyse ölüm kalım savaşı verdikleri bu mücadelede, işler bu kadar kayganken bir yandan da kafamda imgenin temsili yoluyla oluşturduğum ya da oluşturulan, gözü bakışa dayatan bir durum vardı. Sanal âlemde gördüğüm yağlı güreşlerle ilgili görseller benim imgeye bakışımı yönlendirmeye, ona benim gördüğüm gibi değil de ötekinin gözüyle bakmama neden olabiliyordu.
Bu fotoğrafı çekerken güreşçilerle aramdaki mesafe 4-5 metreden fazla değildi ve önümde benim gibi güreşçi grubu fotoğraflamaya çalışan başka bir kadın fotoğrafçı daha vardı. Genç güreşçiler dinlenirken, bu birbirlerine girift olmuş halleri bir yana öndeki gencin elini fallusuna doğru götürmüş olması gözden kaçırılacak gibi değildi. Görüş alanında olmama ve beni görmüş olmasına rağmen hareketini sürdürmeye ve elini cinsel organında gezdirmeye devam etti. Er Meydanı’ndaydım, güreşçi gençler de mekânın büyüsü içinde adeta başka bir lekesellikle geliyorlardı göze..
Ancak aradan geçen zamanda, çektiğim görüntüler ve fotoğraflar üzerine tekrar çalışmaya başladığımda imgenin farklı bir etkisiyle karsılaştım. Çektiğim karenin beni provoke eden yönü göze geliyordu resme ilk baktığımda. Mekânda (Kırkpınar) iken kendimi teslim ettiğim boşluğun yerine, kendini dayatan görselliğiyle bu fotoğraf karesinde beni teslim almaya çalışan bir bakış vardı. Mekânın içindeyken, fotoğrafı çekerken, kendimi teslim ettiğim boşluk durumuyla ve benim buna ait farkındalığım, fotoğraftaki imgenin bundan yoksun olusu, bu ayrıksı durumu daha da büyütüyordu. Mekânın içinde beni yalayıp geçen rahatsızlık duygusu, fotoğrafta, erkeğin ataerkil toplumdaki ayrıcalıklı durumunu doğrulamak istercesine dayatmasıyla geliyordu göze. Fotoğrafı çekiş sürecinde mekânın büyüsüyle, benim kendimden geçiş anımla, erkek kadın arasındaki ayrımları o an için bilinçsiz bir şekilde bir kenara koymamla ilintili idi bu durum. Hakim olmak yerine teslim olamayı kabul etmekle.
Fotoğrafla birlikte, mekânın bilinmez durumundan sıyrılan güreşçi imgesi, elini fallusuna götürmesiyle, provakatif bir şekilde geliyor gözüme. Fotoğrafı çeken ve orda olan ben, tüm bunları fotoğraf dilini kullanarak göze getirebilmekten yoksundum. Bakışın gözle eşitlenme çabasına rağmen, görme ve bakış birbirinden ayrı şeylerdir. Gördüğümüzün ötesinde bakışın biçim verme gibi bir derdi vardır. Yani görünen şey bizim onunla ilgili önyargılarımız sempati veya nefret gibi duyguların devreye girmesiyle şekillenir. Beğeniler devreye girer, kendimize ait olduğunu düşündüğümüz beğeniler. Bakış orda olan değil de orda olması istenendir.
Kırkpınar’a en son 2013’te gittim. Bu sefer bir başka gidiyordum. Gezi’den Türkiye’nin her tarafına yayılan, yıllardır süre gelen adaletsizliklere direnişin rüzgârı benim de ruhuma dokunmuştu. Gölgesini satamadığı ağacı kesmeye karar vermis, vahşi neoliberal ekonominin ateşiyle beslenen kazandan bir nebze olsun çıkmış, özgürlüğü tatmıştık. Bir pankart hazırlamaya karar verdim. “Boyun Eğme” dedim, #diren pehlivan diye ekledim altına. Bir kişi bulabilirsem açacaktım pankartı.
Edirne, kısmen demokrat bir yer ama, güreşlerin yapıldığı bu alan başka. Yağlı güreş seyircisi kulüplerini, pehlivanlarını destekleyen, başka şehirlerden gelen ve çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bir topluluk. Heybetli görünüşleriyle de pehlivanlar en mazlumları bu topluluğun. Pehlivanlar yaz aylarında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde gerçekleşecek güreşler için özellikle kış aylarında ağır bir çalışma temposuyla hazırlıklarını sürdürüyorlar. Çoğu zaman günde iki antreman yapmak durumundalar. Bu koşullarda maddi desteği olmayan bir güreşçinin var olması nerdeyse imkansız. Ya kulüpler ya da kişisel sponsorlar vesilesiyle profesyonel yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Sponsorların çoğu güreşçileri aylık maaşa bağlayan belediyeler. Sponsorlarını çoğunlukla deriden yapılan kıspetlerinin arkasına baktığımızda anlayabiliriz. İşte Er Meydanı’nda işler burada bulanmaya başlıyor. Belediyelerin sporculara destek vermesi iyi hoş da, güreşçiler nasıl siyasi malzeme olmadan varolabilirler bu koşullarda? Hangi güç sahibi maaş bağladığı, profesyonel yaşam alanı açtığı güreşçiden bir şey beklemez? Güreşler de paranın girdiği her yer gibi karanlık taraflar barındırıyor. “Güç oyunları” oynanıyor, Er Meydanı’ndaki gibi de kuralları yok, varsa bile benim anlayacağım türden değil.
Final günü, bakanlar, parti liderleri, politikacılar ve onları korumak için gelmiş yüzlerce polis yüzünden alan daha da kalabalıktı. Altın kemer için güreşi son iki yılın sampiyonu Ali Gürbüz ile sürpriz genç pehlivan İsmail Balaban yaptı. Ödül töreninde çeliği, çeviği tüm polisler etten bir duvar oluşturdular “politik abiler” önünde. Bense pankartı benimle açacak “Boyun Eğme” diyecek bir yoldaş bulamamanın hayal kırıklığını yaşıyordum. Kendimi yenik bir pehlivan gibi hissettim o an. Burası, Er Meydanı’ydı ve egemenlerin borusu ötüyordu. Ama ne ben güreşçiyim ne de kimsenin sırtını yere getirmeye çalışıyorum…
Be First to Comment