Skip to content

Elizabeth Keçeciyan’ın Biricik Yaşamı

Elizabeth Keçeçiyan, 1920’lerde, Mübadele zamanlarında Adana’da doğmuş bir kadındı. O doğduğunda Osmanlı İmparatorluğu son demlerini yaşıyordu. Onun deyimiyle kimse kimseyi tanımıyormuş. Zamanla memleket kötüye gitmiş. Ve bu kötüye gidişin sonucunda mallarını, mülklerini, topraklarını bırakıp Fransa’nın gönderdiği gemilerle Lübnan’a, Tripoli’ye kaçmışlar.

Elizabeth, daha bir yaşındaymış bu zorunlu göç hikayesi başladığında. Babasını erkek olduğu için alıkoymuşlar, “savaşacaksın bizim için” demişler. Adamcağız çaresiz kalmış. Elizabeth’in annesi de beline bağladığı bezde sakladığı üç beş altınla çocuklarına bakmak zorunda kalmış.

Elizabeth’in babası, kimilerinin deyimiyle ‘korkak’ kimilerinin deyimiyle ‘cesur’muş, savaşmayı reddetmiş. Kızgın sigarayı ayağına bastırarak yanıklar yapmış, hastalıklı görünsün diye bezle de sarmış. Dua etmiş bir yandan da “Allahım kıyma bana, daha bir yaşında kızım var” diye. Savaşmamayı ve sonunda ailesinin yanına gelmeyi başarmış. Babası, Tripoli’de zanaatini sürdürmüş ve bir pamuk fabrikası işletmiş. İyi bakmış çocuklarına, ama eli de sertmiş hemen yapıştırıverirmiş tokadı. Elizabeth, titrememiş kimsenin önünde… Babası onu başkasına vermek istemesine rağmen istediği adamla evlenmiş. Kocası da onu çok sevmiş. Öfkesine, kıskançlığına yenik düstüğü anlarda bile özür dileyip gönlünü almayı bilmiş. Çocukları çok sevmesine rağmen hiç çocukları olmamış. Ama kardeşinin kızını kendi kızı gibi sevmiş. Kızını okula o götürür, getirir teneffüslerde ona sandiviç hazırlar getirirmiş.

Kuaför dükkanları varmış kocasıyla hem de Tripoli’nin en iyilerinden biri. Elizabeth, saçına başına özen göstermeyi zaten çok severmiş. Kılıktan kılığa girip resimler çektirmeyi de. Güzel gezip tozmuşlar kocasıyla… Yemişler, içmişler birlikteliklerinde… Elizabeth, araba kullanmayı çok istemiş, kocası ona öğretmiş ve 40’lı yıllarda Lübnan’da araba kullanmış. Kocası sormuş birgün Elizabeth’e: “Doğduğun topraklara Adana’ya gitmek ister misin?” diye ama, o da gitmek istememiş babası gibi. Oysa babasının toprakları varmış Adana’da. Elizabeth, “Gül gitti, bülbül ister ağla ister gül..” dermiş.

Topraklarını, mallarını, mülklerini, anılarını bırakıp zulümden kaçmışlar, ama Lübnan’da savaş ortamı hiç bitmemiş. İç savaş sırasında hasta kocasının yattığı hastane bombalanmış ve eşi ölmüş. Belki de bu yüzden Elizabeth’e ne zaman sorsan kimseyi, hiçbir milleti direkt suçlamaz, suçlayamaz. “O zaman tüm dünya kötüymüş” der, geçiştirir. Oysa Elizabeth iyi bilir ki yüzbinlerce Ermeni tasını tarağını toplayamadan sürülmüş, göç etmek zorunda bırakılmış. Aynı anadan babadan gelen kardeşi Sarkiz de bunu böyle bilir. Elizabeth, hiç toz kondurmazdı “Türklere”. Kimbilir neler vardır onu bu düşünceye sevkeden. Müslüman bazı komşularının ona kol kanat germesi mi, yoksa ‘kötüyü’ unutmak istemesi mi?

Elizabeth’i tanıdığımda yaşı seksenlerinin sonundaydı. Tripoli’nin küçük sahil semti El Mina’da bir kuaförün önünde duran, aptal bir posterin beni çağıran sesine kulak verdim ve gece fotografını çekmek bahanesiyle oraya gittim. Elizabeth ordaydı… Bir yıldız gibi… Kar beyazı saçlar, kahverengi üzerinde çiçekler olan bir elbise, ufak tefek takılar..  Kendine özgü bir şıklıkta tatlı, meraklı bir kadın. Benim nereden geldiğimi çözünce muhabbetimiz Türkçeye döndü, billur gibi eski Türkçesiyle konuşmaya başladı.. Evine davet etti defalarca. Ama bir gün vardı ki sanki daha çok orada başladı, derinleşti muhabbetimiz. Geceden kalan bir yorgunluğum vardı, ona rağmen sözleştiğimiz üzere evine ziyarete gittim. Benim yorgun olduğumu şıp diye anlayıp biraz kestirmeyi önerdi ve kestirdik karşılıklı divanlarda. Belki yarım saat ama, öyle değerli ve özeldi ki. Kalktığımızda kahvemizi yaptı. Hiç bitmeyen fotoğraflarına anılar eşlik ediyordu. Elizabeth, bazen üç beş kuruşa kahve falı bakıyordu. Ama daha çok New York’taki erkek kardeşinin zar zor gönderdiği parayla kıt kanaat geçiniyordu.

Aslında Tripoli’ye çeşitli disiplinlerin olduğu bir atölyeye katılmak için gitmiştim. Atölyenin fotoğraf bölümüne katıldığım için fotoğraf çekmeliydim. Elizabeth öyle davetkardı ki bu harika kadınla ilgili bir şeyler yapmak için kendimi bırakıverdim onun ellerine. Bana o kadar güzel ve özel fotoğraflar göstermişti ki kendi çektiklerimle bir kolaj yapıp koydum. Altın beyazı saçlarına güzel şekil vermiş, hoşça giyinip takıp takıştırmıştı. Birasını alıp fotoğraflarını merak eden insanlara teker teker anlattı. Sonra bir fim gösterimi vardı, izleyici olarak yerlerimizi aldık. Elizabeth, büyükannelerimizin yapabileceği şeyi yaptı. Filmde ne olup bitiyorsa canlı yayın gibi aktarıyordu yüksek sesle. Bir yandan da ayağımı dürtüp “Bak bak görüyor musun?” diyordu. Tabii ki de gecenin yıldızı o olmuştu.

Evi müze gibiydi. Fotoğraflar, oyuncaklar duvara yazılmış notlar. Elizabeth, belli bir zamana kadar etrafındaki insanların doğum, evlenme zamanlarını, çocuklarının doğum tarihlerini not alıp arşivlemişti. Ama artık her şeyi unutuyordu. Bu arşivi bile nereye koyduğunu unutmuştu. O yüzden mutfağına gerdiği bir çarşafın üzerine önemli şeyleri not aldığı kağıtları iğnelerdi. Bazen de bir ojeyle duvara not alırdı önemli randevusunu. Telefon rehberi, telefonun hemen yanındaki duvardı aynı zamanda. Her şey derli topluydu, pırıl pırıl. O yaşına ve şikayet etmesine rağmen, evinin işlerini kendi görürdü.

Tripoli, El Mina’da geçirdiğim zamanların sonlarına yaklaşıyordum ve ziyaretlerim devam ediyordu. Elizabeth, bana bir süre sonra kapısını açmamaya başladı. Birgün uzun çalmalarım sonucu kapısını açtı ve bana bir daha gelmememi söyledi. Ne yapmış olabilirdim, ne olmuş olabilirdi? Sonra birgün bir şekilde konuşalım deyip ikna etmeyi başardım. Elizabeth, iyi değildi. Doktora gitmeyi önerdim, nihayet kalktık, yolda gidiyorduk ki daha da kötüleşti, düşecek gibi oldu, kolundan tuttum. Elizabeth kendine gelip net bir şekilde bana “gitmem gerektiğini” söyledi. Hiçbir amaya yer bırakmayacak bir tondan konuşmuştu ki gitmeliydim, gittim. Sonra öğrendim ki yiğenleri, kendini pek iyi hissetmediği için ve artık yaşlı olduğu için onu yaşlılar evine koyup, evine de el koymak istiyorlarmış. Ama Elizabeth, bunu istemiyormuş. Meğer güçsüz görünmemek için koluna girmemi istememiş. Elizabeth’in bu dimdik duruşu hayranlık uyandırıcıydı ancak ona yardım edememek de bir o kadar üzüntü vericiydi. Hikayenin aslını öğrendiğim ve evini kimselere bırakmadığı için sevinmiştim. 2009’da tekrar ziyaretine gittim. Tamamen iyileşmemişti, doktor doktor dolaşıyordu.  Basuru vardı, bir de üstüne fıtıktan çekiyordu. Ameliyat olmak istiyordu ama, parası yoktu. Bir yandan da doktorlar bu yaştan sonra ameliyat olmanın riskli olduğunu söylüyorlardı. Bazen ilacını almayı unuttuğu için acılar içinde kıvranıyordu. Ama o halinde bile acısı ne zaman biraz hafiflese anılarına dönüp “ben araba kullanmayı bilirdim biliyor musun?” deyip anlatmaya başlıyordu. Maniler söylemeye bayılırdı, arada da şarkı söylerdi. En çok da “ölürsem yazıktır sana kanmadan” şarkısını… Nasıl öğrenmişti ve her şeyi unutan bu kadın nasıl olur da unutmamıştı bu şarkının sözlerini. Çok derinden söyler sonra “ah ahhh!” deyip içlenirdi. Kocası gelirdi aklına, “hiç kırmadı beni, hiç incitmedi beni” derdi.

Yıllar içinde tekrar tekrar ziyarete gittim. Daha iyiydi. Artık telefonda sesimi tanıyıp “Neredesin şırfıntı?” diyecek kadar yakınlaşmıştık. En baştan da biliyordum ki ona yaşlı deseler de o yaşının ötesinde bir güçle her işine kendisi koşuyor, pırıl pırıl temizlediği evinde kendi başına oturuyordu. Titiz bir kadındı Elizabeth hem de çok titizdi. Öyle oradan buradan yemek yemezdi. Mutfağına da herkesi sokmazdı. Anılarla doluydu, çoğu zaman tekrarlasa da anılarını, masal anlatır gibi anlatmaya devam ediyordu. Fotoğraflar eşlik ediyordu hep anılarına. En çok da kızının fotoğraflarını gösteriyordu, o kadar çok seviyordu ki onu. Hele kızının çocuklarına adeta tapıyordu. Elizabeth, öyle hassas bir kadındı ki kızının kocasına yakın hissetmediği için ve kızının mutluluğuna zarar gelmesin diye kızını pek ziyaret etmiyordu. Kırk yılda bir kızını ziyaret etse; üşüse üşüdüm demiyordu. Bu sevgi dolu hassas kadının içinde tatlı bir cadı vardı aynı zamanda ve acayip küfürbazdı. Bazen ettiği küfürler karşısında utanabilirdi insan… Ama ona yakışıyordu böyle olmak. Hayata  kızardı, “hayat, paran varsa güzel” der, hemen arkasından da “hayat güzel” derdi. Ne kadar kızsa, öfkelense de hayata dört elle bağlıydı.

Buluşmalarımız sırasında zaman zaman, Elizabeth’i kamerayla kaydetmeye de başlamıştım. O kadar kamera yokmuş gibi doğal davranıyordu ki bazen şüpheye düşüyordum, çektiğimi biliyor mu acaba diye. Kaydettiklerimden bir film yapıp koşa koşa gösterdim ona. O kadar sevinmişti ki, o sırada kardeşi Sarkiz geldi. Sarkiz’e sevinçle gösterdi. Elizabeth, uzun süre dikkatini bir yerde toplayamıyordu. Bir süre sonra filmini bırakıp bilgisayarıma yöneldi, “güzel makineymiş, neler yapıyor, kaç paraya aldın?” diye sordu. Belki de arada unutabilmiş olmak, onu rahatlatıyordu…

Birgün Elizabeth’e “Adana’ya, memleketine gitmek istermiydin?” diye sordum, “Ne yapayım gidip de!” derdi ama, İstanbul’a gitmeyi, görmeyi de çok isterdi bir yandan. Birgün bir arkadaşım vesilesiyle tanıştığım başka bir Ermeni kadın Berjuhi ile tanıştırdım Elizabeth’i. Berjuhi biraz daha genç olmasına rağmen o da büyükanneydi. Hep birlikte İstanbul’a gitsek ne güzel olur dedik ve bunu gerçekleştirebilmek için bize destek olabilecek insanlara, kurumlara sormaya başladık. Sonunda başarmıştık, biraz para bulabilmiştik, büyükanneleri almak için Lübnan’a geldik. Tripoli’ye geleceğimi haber vermek için Elizabeth’i aradım. Cevap vermiyordu. Bir komşusuna, belki de kızına gitmiştir diye düşünerek aramaya devam ettim. Aklıma hiç ama, hiç kötü bir şey gelmemişti. Sonra yiğenini aramaya karar verdim. Yiğeniyle ortak dilimiz olmadığından birisinden rica ettim Elizabeth’in yiğenini araması için. Bana yardım eden kişinin telefonda suratı düştü, ters giden bir şeyler vardı. Bana döndü ve “Elizabeth öldürülmüş” dedi. İnanmadım, inanamadım. “Hayır, öldürülmüş olamaz, kendiliğinden ölmüştür” dedim. Gerçek olamazdı tüm bunlar. Elizabeth gibi tatlı, yaşlı bir kadını neden öldürmek isteyebilirdi ki bir insan? Gidip gözlerimle görmeliydim. Tripoli’ye, kardeşi Sarkiz’in yanına geldim. Elizabeth’in evine doğru yola koyulduk. Kardeşi yolda anlattı, o görmüş her şeyi ilk, zavallı iyi görmeyen gözleriyle. Paramparça edilmiş üstü başı, vücudunda morluklar varmış. Katili, tecavüz etmiş ve boğazlayarak öldürmüş. Ve Elizabeth, sonuna kadar savaşmış, tırnaklarında katilinin parçaları varmış. Niye, kim nasıl kıyabilir? Böylesine bir yaşam nasıl böyle sonlanabilir? İşte o zaman, “insanlıktan” gerçek anlamda tiksindim.

Elizabeth’in evini topluyorlardı, kızı, komşusu, kardeşi… Elizabeth, yoktu gerçekten de… İnanılır gibi değildi. Yerdeki kilimden bir parça kesmişlerdi, DNA testi için. Kimdir, nasıl bir insandır bu katil? O sırada Peder geldi, Elizabeth’in tam öldürüldüğü yerde dualar okudu… Elizabeth’in evinden çıkarken ilk tanıştığımız yerden geçtim, poster yerinde değildi artık. Kötü bir rüyada gibiydim, daha da fena karabasan… Kızı ve Sarkiz olanlara inanamıyordu. Sarkiz, “öylesine ölseydi bir süre sonra unuturdum ama, böylesine öldürülmesini ömrümün sonuna kadar unutamam” dedi.

Mezarına gittik, Sakiz isyan ediyordu. Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. İşte o an Elizabeth’in sesini duydum, “ağlamayın ben iyiyim” diyordu sanki. İşte o an Sarkiz’i sakinleştirebilecek gücü buldum. Sonra kilisede bir tören oldu. Mahalle şoktaydı, herkes tanıyordu Elizabeth’i ve öyle tatlı, yaşlı bir kadına bunları yapan biri kimbilir daha neler yapmazdı? Katilini bulamıyorlardı. Sonra çok düşündüm tekrar tekrar aynı soruları sordum kendime. Elizabeth, zulümden kaçmış, hayatının sonunda bu korkunç zulümle yeniden buluşmuştu. Kendisi ne derdi acaba bu olanlara? Katilini buldukları haberi geldi… Elizabeth, yok edilebilmiş miydi? Elizabeth Keçeciyan’ın biricik yaşamı yok olmuş muydu?

Be First to Comment

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *